Orada burada biriken mailleri/mektupları yavaş yavaş buraya aktaracağım. Bellek mühim bir şey.
Geçtiğimiz aylarda bir dostumdan kart geldi bana, Orhan'dan taaaa Amerika'dan.
(Dünyanın birçok yerinden kartlarım var. Bir gün evime gelirsen birlikte inanamayız onlara demiştim Havva'ya. )
Kartın üstünde şöyle yazıyor:
"Seattle'de bir kitapçıda gezinirken bir at ve bir kadın gördüm, aklıma sen geldin. Nasıl? Bence harika. Her tür saçmalığın sadece ve sadece kendisi olduğu dostluğumuz benim için çok değerli. Seni çok özlüyorum."
O kartı elimde tuttuğum zaman güzel şeylere bir kez daha inandım. Çok çok güzel şeylere. İnsanların hayatlarıyla ilgili idealleri, hedefleri vs. uzun zamandır biraz saçma geliyor bana. Ben, "üstü kalsın" minnettarlığından ayrılmak istemiyorum. İnsanlara çok bir şey ifade eder mi bilmem, ama gün geçtikçe amaç bildiğim şeyler sabitleniyor; kıymet bilmek, inanmakta diretmek, yokluğu değil ısrarla yaşamı görmek, 'anlam'a eğilimli kalmak ve bunun için gerekiyorsa, dedikleri gibi, kör, isyankar ve hayalci olmak. İnsan olmak çok zor bir şey, ama senin mailinle yine anladım ki, birbirimizi bildiğimiz yerde tek başınalığın gerçekten hükmü yok.
Yaşamak o kadar da fena değil demiştim bi zaman, hatırlıyorum. Benim bunu demiş olmam yaşamın akışını değiştirmiyor elbette, ama benim için önemli bi andı. Ne bileyim, yaşıyorken kaçınılmaz olarak yaşamak üzerine de düşünüyoruz ya, bu bana ilginç geliyor. 'Ne kafa yorduk, yorduk da n'oldu?' belki haklı olsa da geçersiz bir soru olarak asılıyor işte. Üstüne çok düşünülecek şeyler falan da pek yaşamıyoruz aslında. Çoktan seçilmiş seçenekler arasında özgürlük iddiasında bulunuyoruz. Çaresiz ve acıklı geliyor bu bana bazen. Sonra, yaşıyor olduğumuzu da unutuyoruz. Ben çok unutuyorum. Öleceğimizi de unutuyoruz, en acayibi bu. Etraf ölümlülüğü unutmak için bir sürü "uygulama"yla dolu. İnanç da yetmiyor. Samimiyet eksikliği. Bu, çok hastalıklı bir şey bence. İnsanlar sürekliliği garantilenmiş bir edayla öfkeleniyorlar, harcıyorlar, tüketiyorlar, korkuyorlar, seviyorlar. Ergin diyor ki; "Yanlış olan bir şey var. Doğal ve kendiliğinden olanla yaşayışımız, tavrımız arasında çok büyük mesafe var."
Yaşıyor olmak değerli ve ciddi bir şey değil mi? Başka bir şey bilmiyoruz şimdilik, en azından. "Şimdilik ölmemekteyiz." Başından sonunu bilmek zor gelir insanlara. Anlamsıza olan eğilim anlamı yaratmaya olan eğilimden daha fazla.
Orhan diyor ki; "Aklım sık sık hiç'e yöneliyor. O yüzden yolda olmalıyım, aramaya falan inanmalıyım, düşünmenin üstüne çok düşünmemeliyim sanırım."
Bir de merak var. Merakı unutamam. Kendi hayatımın peşinde olmaktan başka bir şey gelmiyor aklıma. Bir şekilde onun arkasında durmak. Modern mi oldum, nedir? Ne ki, zehir oluyor çoğunlukla. Zehir olması üstüne kurgulanmış biçimlerde yaşamak zorunda kalıyoruz/bırakılıyoruz. Ya da vesaire vesaire işte.
Ve bir sürü zırvanın ardından diyeceğim şudur aslında; 'yalnızlıklar elimde değil.' Ah be. Etraf gerçekten tınlıyor, biliyor musun?
Her şey, her his, her yaşam savaşı bir başkasının ağzında çürüyor, kokuyor, harcanıyor. Galiba birbirimizden, birbirimizin hayatlarından nefret ediyoruz çoğunluk olarak. Çok canım sıkılıyor. Çoğu zaman burada, insanların arasında nasıl duracağımı şaşırıyorum. Bak ben davranış bilimciyim amına koyim bunun şakası yok olum. Şaşırıyorum işte...
Ve aynı dili konuşuyormuşuz gibi yapmaktan yoruluyorum insanlarla. Halbuki konuşmuyoruz. Benim, onun,bunun çok 'marjinal' olduğundan falan değil. Bir başkasının seçimleriyle dalga geçmeyi, onu yok saymayı şakalaşmak sanıyorlar. Zorlanıyorum. Keşke daha mantıklı cümlelerle anlatabilsem, ama az çok böyle işte. Zorlanıyorum. Adamlığa falan gelmeyi bırak, insanlığa girişte çakıyorlar daha. Ve bunun sorumlusu olarak seni tutuyorlar. Onlara benzemiyorsun diye.
İnan bana, insanın kendi memleketinde yabancı kalması, başka bir memlekette yabancı olmasından katbekat büyük bir azap. O yüzden güzel şeyleri düşünmekte ısrar ediyorum. Bildiğim tek direniş şekli bu. Sen mail atıyorsun, insanlar kart atıyorlar. Paylaşmayı hatırlatıyorum kendime. Umut etmek umutsuzluğu çağrıştırıyor, ama direniyorum zihnime. "Yanılıyor olabilirsin." diyorum. Hiçbir şey sandığımız kadar müdahalemiz dahilinde değil. Bazen hep tuz buz. İnan bana, tuz buz! Yıllarca biriktirmişsin, biri çarpıp döktüyse acıtır diyor ya Bülent Ortaçgil, aynı o hesap.
Sibel diyor ki; "Dert yokken dert buluyorsun." Bir şeyler demekten hiç geri kalmıyorlar. Arayan belasını evlasından daha kolay buluyor olabilir, doğrudur. Artık bu laflara da alıştım. Ne bileyim. Herkes aynı kavgayı vermiyor. Belki bir kavga vermenin bir anlamı bile yok çoğu zaman, belki kavga yok, ama işte...
Sevgili Orhan sence de şimdi, hala romantik miyiz? Valla, günün modası olarak diyorsak, değiliz mutlaka. Ama yazdıklarımı geri dönüp okuyorum da, sanki bir Don Kişot, maşallah! :) Meh meh meh. Didin dur sen paşam, o senin sabitlik dediğin şey bize yaramayacak. Bunu anladığım günden beri daha huzursuzum, onu da söyleyeyim, ama yaramayacak. Hayatın hamurunda yok sabitlik bir kere.
İki yıl önce bi yerlerde yazmışım (ve hala bundan farklı düşünemiyorum, ya da bana farklısını düşündürtecek bir şeyle karşılaşmadım)
"Birkaçımızı ancak, zihnin anlık, keskin kavrayışlarına teslim olmamıza izin vermeyecek, bitmek bilmeyen bir hareketliliğin, keşfetmenin; yani yolların, tren biletlerinin ya da sevmenin, birlikte durmayı başarabilmenin bir nebze iyi edeceğini düşünüyorum. Yeni bir şey değil ve ölmemizi engelleyemecek, ama bir olma biçimidir, izin verilirse."
Demem o ki, gel. Ben de geleceğim. İlk fırsatta geleceğim, yeminle. Nasıl gençleşirim, haddi hesabı yok. Çok özledim. Bir de yaz bana be Cenk. Çok iyi geliyor seni okumak. İstediğin kadar , istediğin gibi, istediğin saçmalıkta ve mantıkta yaz. Yeter ki yaz.
Ergin, Cenk, Sibel, Hülya ve ben seni çok özledik.
Bütün bu hasretle öperim.
karadeniz turundan - yayla projesi tutmuştu tabi :)
