Müziksiz Olmaz

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Sylvia Plath - Ölü Tanrıça

Bence'de kocası olacak puşt aşağılık bir adam ama Ted Hughes denen götlek Sylvia Plath'ın intiharında öyle sanıldığı kadar büyük bir etken değil. Gerçek olan, Sylvia'nın kocası tarafından aldatılmasıyla depresyona girdiğidir ama asıl dikkate alınması gereken mevzu şudur ki; Ted ibnesi hayatına girmeden öncede Sylvia'nın başarısız bir intihar teşebbüsü olmuştur. Akıl hastanesinde yatmışlığı ve Bipolar Bozukluk + Manik Depresif tanısıyla yaşamışlığı vardır. Babasının ölümünden sonra yalnızlık hissinin kuvvetlenmesi ve takma adlarla yayınladığı makalelerde bundan sıkça söz etmesi dikkate değerdir.
Kendi varlığını her şeyin merkezinde tutmaya çabalayan ama geçmişin girdabında sürüklenen kadın.

Burada Syliva'nın derin intihar duygularını tartışmak gibi bir niyetim yok. Kocası olacak orospu Ted'i masum çıkarmak amacında da değilim.

Ben sadece bu kadını çok sevdim.
Bana aşık olmasını çok istediğim bir adam var. Kendisini uzun bir makale konusu yapacağım.
Bu adam korkunç derecede bağımlılıkla aşık olabilen bir adam ve sevdiği kadından ayrıldığından beri intihar kıyılarında geziyor. Bende yakasına yapışıp onu yaşama çekmeye çalışıyorum. Bir gün ben kazanıyorum bir gün o kazanıyor ama aslında nefes alıp verdiği sürece kazandım saymayacağım. Devinimleri durulana kadar her an kazanabilecek bir yitikliğe sahip.
Bu eşek, Sylvia okumaya başladığından beri, benimde ilgimi çekmeye başladı. Aralarında bağlantı kurmakla kalmayıp zaten çok özel bulduğum Sylvia'ya çok daha büyük hayranlık duydum.

Bu kitabı iki gece önce bitirip bu yazıyı yazmaya başladım. Çelişkilerini, derinliklerini ve kırılganlığını okudum, yaşadım ve sindirdim. Sizde okuyun, anlamaya çalışın. Güncelerini okumadan önce bu kadının hayatını derinlemesine araştırmış biri olarak hem dram hem gurur dolu bir yaşamın insanı kaçınılmaz sona ittiğine şaşırmamaktaydım. Kitabı okuduktan sonra derin algılarını keşfettim. İşte şimdi şaşırdım.

Sylvia "Ben" kavramını yutmuş bir kadın. Toplum kuralları, kalıtım, zaman ve koşulların "BEN"liği nasıl sindirdiğini farketmiş bir kadın. Diyor ki mesela
"New Yorklu bir ailede doğmuş olsaydım kürklü paltolarla gezen, geniş bir sosyal çevre içinde sosyeteye takdim partilerinin yapıldığı bir kız olabilirdim."
Ekliyor;
"Ancak bunların sadece birer tahmin olduğunu, çünkü bu koşullarda yaşasaydım zaten bu “ben”in kendim olamayacağının farkındayım."
Başka bir ben olmasının mümkün olmadığı için “ben” kavramını sert bir sözcük olarak nitelemiştir. Kendisi de milyonlarca diğer “ben”ler gibi kendine has bir şekilde dünyadadır. Ve mesele bu kadar basittir.


Ben sözcüğünü yorumlarken (İngilizce I am) kullandığı ifadeler ise şöyledir;
"Ben; Ne sert bir sözcük; her harfi de oldukça güven tazeleyici, mağrur ve kendinden emin, dikey bir harfle başlayan ve sonra çevik kendini beğenmiş kısa harflerle devam eden… Kalem kağıdın üzerinde gidip geliyor… Ben…Ben…Ben…Ben..Ben…” 
Benliğini sürekli "şimdi" olarak biçimlendirmeye çalışan Sylvia, benliğini şimdi ki zamanda oluşan bir kavram halinde yaşayan bir insana dönüşecektir. Yaratmak istediği "her şeyiyle iyi bir Sylvia" için önemli olan şey "şimdi" dir.
"Benim için şimdi sonsuzdur, sonsuzsa durmadan değişir, akar, erir. Hayatsa şu andır. Geçip gittiğinde artık ölmüştür. Ama her yeni anda sil baştan başlayamazsın. Ölmüş olana göre yargılamak zorundasın. Tıpkı bir bataklık gibi… daha en baştan umutsuz…
Yukarıda yazdığı cümlelerinden çok etkilendim. Bunun üzerine ilerleyen sayfalarda günlüğüne beni sümüklü sümüklü ağlatacak şu cümlelere rastladım.
"Ben şimdiyim ama biliyorum, ben de göçüp gideceğim… ben ölmek istemiyorum.”

Ve intihara giden mesajların en önemlisi geliyor. Sylvia'nın "Ben" tasvirini iyice anladık değil mi? 
Ben ve şimdi kavramlarını iç içe tutan Sylvia gizliden gizliye şu sözleriyle aslında herkese yaşamına son vereceğini söylüyor.
“Hayat benim için bir girdap kesinlikle, kıvrılarak yükseliyor geçmişi anlayıp içine alıyor, ondan faydalanıyor ve ona baskın çıkıyor.”
Baskın çıktığına inandığı geçmişi yüzünden Sylvia benliğini hissetmekte zorlanıyor. Şimdi dediği zaman kavramını ve benliğini geçmişine kurban ediyor. Bilinen en büyük travması babasının ölümüyle duyduğu yalnızlık. Yalnızlığı ve eksikliği kitapta yazan bütün günlüklerinde derinlikle hissedilebiliyor.

"Kanıksadığım her şeyin şiddetle farkına varmak istiyorum." diyen Sylvia varoluş çabasının yorgunluğunda zihin ve duyguları arasında batıp çıkmaktadır. Bu bataklıkta boğulup ölmek istemeyen bir kadındır Sylvia. Yaşadığını hissetmek istemektedir. Yalnızlık hissi bir başka kaostur onun için. Ve yaşadığını hissettiren tek şey maalesef bu yalnızlık hissidir. Günlüklerinde sıklıkla okunacak kelimeler arasına "yalnızlık" girecektir. "Yalnızlığın ne olduğunu biliyorum-Yalnızım-Yalnızlık" sıklıkla kullanacak bu kelimeleri. Yaşamının son 3 yılında yazdığı tüm eserlerde... sıklıkla...
Düşünsel sancılar, kaçınılmaz hissiyat, bir hastalık, bir bırakılmışlık... bunların hepsi Sylvia için yalnızlık betimlemeleri olacaktır.
Sylvia giderek ağırlaşan bu yükü zihninde ve duygularında yaşamakta zorlanmakta olduğunu şu sözleriyle kaleme almıştır.
“Bu bir kâbus. Güneş falan yok. Sadece süregelen bir devinim var. Kendimi rahat bırakırsam, içime dönüp düşünürsem eğer, aklımı kaçırırım. İncecik gergin katmanlar halinde çok fazla şey var ve bambaşka yönlere çekilip uzatılıyorum.”
Buna dayanamadığını ise şu sözlerle ifade etmiş;
“Ne kadar hevesli olursan ol, karakterinin kaderin olduğundan ne kadar emin olursan ol, elektrik lambasının sahte neşeli parlaklığında, saatin yüksek sesli tiktaklarının eşliğinde yapayalnız odandayken, ne geçmiş ne gelecek, hiçbir şeyin gerçek olmadığına dair çıplak ve acı gerçeğin farkına varmaktan kendimi alıkoyamam. Ve neticede şu anı oluşturan yegâne şey olan geçmiş ya da gelecekten yoksunsan, neden şimdinin kabuğunu kırıp canına kıymıyorsun ki?”
Sylvia ölüme giderken içinde dönüp duran girdabın kendisinde yarattığı etkinin farkındadır. Kendi trajedisini yazdığının farkındadır. Aslında insan trajedisinin bütün varlığıyla farkındadır.
Varlığına anlam vermek isteyen bir kadın olarak girdabında cevap veremediği sorular birikir; Bu dünyadaki anlamı nedir insanın? Geçmiş bitmişse ve gelecek yoksa o halde şimdiki zamana sıkışan insan nedir? Zamanın içinde var olan insanın gerçekliği nedir?
Bu sorgulamalara verilemeyen cevaplar onu yalnız kılar. Çünkü kendi başına bir cevap bulamamaktadır.
Bu durum canına kıyması için başlı başına yeterlidir.

Sırça Fanus...
Sylvia Plath’in hayatıyla yarı-otobiyografik bir romandan daha fazlasıdır bu roman.
Kitabın ana karakteri Esther Greenwood tıpkı Sylvia Plath gibi 19 yaşında New York’a gelir.
İkisi de şairdir, ikisinin de babası 8 yaşında ölmüştür, ikisinin de bir erkek kardeşi vardır, ikisinin de ruh sağlığı zaman içerisinde bozulur. Esther ile Sylvia’nın intihar girişimleri yöntem ve sıralama bakımından aynıdır. İkisinin de eğitim masrafları bir yazar tarafından karşılanır, kitapta Philomena Guinea ismiyle karşımıza çıkan bu yazar gerçekte Olive Higgins Prouty’dir. Çoğu karakterin kitapta sadece ismi değiştirilmiştir. Ama Eshter aslında Sylvia'nın ta kendisidir. Biraz hayal dünyası, biraz giz dökümcü şairliğin ustalığıyla kaleme alınması söz konusudur.

İşte aynen romanında anlattığı gibi bir fanusun içinde dönüp durduğunu düşünmektedir Sylvia.
“Evet, neşe, tatmin ve arkadaşlık var. Ama dehşet verici bir farkındalık içindeki ruhun yalnızlığı da bir o kadar korkunç ve yıkıcı.” der.
Bir kaçış yolu bulamamaktadır ve bunu günlüğünde şöyle kaleme alır;
“Gerçek olan, nahoş değişimleri, mücadeleyi, ölüm isteksizliğini- kanatlı savaş arabasını, kornaları ve motorları, saatin içindeki ‘şeytan’ı durduracak bir yalan, bütün bunlardan bir kaçış yolu olmadığıdır.”
İnsanın gerçek trajedisinin ortasına saplanan Sylvia çırpınmaktadır. Kendi kaleminden kendi yanılgısını çok farklı değerlendirdiğinin maalesef farkına varamadan kendisini öldürecektir. Der ki;
“Bir yerlerde mutlu birileri var mı? Bir hayal âleminde ya da kendilerinin ya da başka birinin yarattığı yalanın içinde yaşamıyorlarsa şayet... ‘hayır’...”

“Ve bir de varoluş yanılgısı var: İnsanın belirli koşullarda ya da birtakım başarılarla sonsuza dek mutlu olabileceği fikri.”
Oysa varoluş yanılgısı kendisinin en büyük ve ölümcül yanılgısıdır. Çünkü Sylvia’nın yalnızlığı silik ve çaresiz bir yalnızlık değil, bir “ben” yaratma yalnızlığıdır; anlamsızlaşan mekânlar ve insanlar içinde olduğunu hisseden her insanın payına düşen yalnızlıktan farklıdır. Kendi kendisini yaratma fikri, hemen hemen bütün kadınların yapmaya çalıştığı sıfırdan veya sil baştan başlanabilineceğine inanmak Sylvia gibi hassas ve kırılgan bir kadını ölüme götürecek umutsuzluğu doğurmuştur. Oysa bu yalnızlığı iyi kullanmak çabasına girmiştir uzun süre. Yeni eserler yaratmak, farkındalığı insanlara anlatmaya çalışmak gibi amaçlara yöneltmeyi başarmıştır bir süre.



1953 yılında Sylvia Tanrıya yakaran bir şiirle seslenir ve "insanlığa, aşka, tanrım en çok sana inanmaya ihtiyacım var." der. 1953 yılının Ağustos ayında ikinci kez intihara teşebbüs eder. 
Şiirleri gereken ilgiyi görmeyen Sylvia buna üzülmekle beraber ısrarla kendisine has sözcüklerle eserlerini tamamen özgün bir dilde kaleme almaya devam eder. Dergiler ve gazeteler yazı ve şiirlerini yayınlamamaktadır. Bu o tarihlerin bilindik hikayesidir. Ama Sylvia günlüklerinde bu durumdan hiç ama hiç şikayet etmez. Sadece bir kaç notunda özellikle kadın şairlerin özgün olamadığından bahsetmiştir. Buna karşı kendisi değer görmezken diğer şairlerin eserlerini asla kaleme almamıştır.
Sylvia "Ben yazılmışı okumak istemiyorum, benim yazdığımı insanların okumasını istiyorum" der. Bu sebeple olsa gerek, yazdıklarına kendini aşmak isteyen bir tavırla sarılır. Sırça Fanus'ta yarattığı kadının başkaldırısı ve duruşu açık, oldukça da nettir. Sylvia’nın, Esther ile bize göstermeye çalıştığı, 50’lerdeki ve 60’lardaki modern insanın hapsolduğu sırça fanustur.

Sylvia çok keskin bir varoluş acısı çekerken, kendini içine sokmaya çalıştığı dünyada sıkışıp, yalnızlıkla boğulmuş, benliğine şimdiki zamanla tutunmaya çalışırken geçmişine saplanıp kalmış. 
O fanusun içinde nefessiz kaldığını hissediyordu Sylvia. Yapması gereken o fanusu kırıp nefes almaktı.
Öyle de yaptı.
“Sırça fanusun içinde ölü bir bebek gibi tıkılıp kalan insan için dünyanın kendisi kötü bir rüyadır.”

Ölümünden yıllar sonra Sırça Fanus adlı kitabı ölmeden okunması gereken 100 kitap listesinde yerini aldı. Sylvia'nın bundan haberi olmadı.

Sylvia ölümüyle değil yaşam hikayesiyle Psikolojide Sylvia Etkisi adıyla adlandırılan bir sendrom yaratmıştır. Her ne kadar kendisi yıllarca elektro şokla yazma yeteneğinin elinden alındığı düşüncesine hakim olsa bile yazılarından geriye bıraktığı psikolojik semptomlarla bilime büyük katkı sağladığını da bilmemektedir.
Yazık.

Her kelimesi kendisine ait olan bir kadın kolay kolay göremez, bilemezsiniz. Anneler, arkadaşlar, popüler kültürün dili kadınların ağzındadır. Buna bende dahil. Ama sadece buna karşı çıktığı için bile hayranlık duyduğum Sylvia Plath'ın kocası olacak götoşun ihaneti ne derece bu intiharın etkenidir bilinmez ama finale giden yolda vuruşlardan biri olabilir.
Amacım tespit, teşhis falan yapmak değildi yanlış anlaşılmasın lütfen. Efendi olun, akıllı olun.

Alın kitabı okuyun. Benlik değerlerini ve özgürlüğü elde etme çabasını keşfedin. Özgün dili ayrıştıracaksınız zaten. Kocasının ne orospu çocuğu olduğundan bahsetmemiş. Onu dünya alem söylüyor.

Sylvia Plath'ın günlüklerinde gösterdiği ve yaşamak dediği kötü rüyayı bazen hepimiz görüyoruz.
O fanusun içinde nasıl yaşadığın çok önemli arkadaş.

Sevgilerle TT
Ah lan dur. Ben Sylvia ile ilgili yazmaya devam edeceğim haberiniz olsun.